‘Bizim’ Klasiklerimiz
Türk edebiyatının klasikleri hangileridir diye sorsak, hemen birkaç yazar ve eser adı mı verirsiniz, yoksa dudak büküp uzun uzun düşünmeye
Türk edebiyatının klasikleri hangileridir diye sorsak, hemen birkaç yazar ve eser adı mı verirsiniz, yoksa dudak büküp uzun uzun düşünmeye mi başlarsınız? Uzmanlık alanları edebiyat olan akademisyenlere ‘klasik’ kavramını ve Türk klasiklerini sorduk.
SEMA ASLAN
TÜRKİYE’de ev ya da ofislerdeki hemen her kişisel kitaplığın raflarında özel bir yerde seri halinde durur ‘klasikler’ adı verilen özel kitaplar. ”Bu ayki maaşımla klasiklerimi tamamlayacağım”, ”Klasikleri yeniden okuyacağım” (Çoğu kez geç kalınmışlığın utancıyla aslında ilk kez okunacağını gizlemek içindir), ”Klasiklerden hangilerini okudun?” gibi dilek ve soru cümlelerine özne olurlar. İçlerinden Tolstoy, Balzac, Dostoyevski, Hugo, Stendhal adları geçer çoğunlukla… Hatta bazıları yalnızca ‘Rus klasikleri’ni anlar klasik deyiminden. Klasik denince bir Türk yazarının adını ya da eserini ananlarsa nadirdir; özellikle ‘Türk klasikleri’ vurgusu yaptığınızda da uzun uzun düşünür çoğu; emin olmadığı bir soruya yanıt vermeye çalışır gibi… Kimse ”Savaş ve Barış”ın bir klasik olup olmadığı konusunda tartışmazken ”Tutunamayanlar” ve Oğuz Atay’dan söz ettiğimizde uzun bir tartışmanın içinde bulabiliriz kendimizi.
İşte biz de Türk klasikleri söz konusu olduğunda yaşanan fikir düzeyindeki espasların, tartışmaların, kararsızlıkların ve tabii ”Türk klasikleri yoktur” yargısının nedenlerini gündeme getirmek niyetindeydik uzun süredir.
Semih Gümüş’ün, Milliyet Sanat Dergisi’nin Şubat 2004 tarihli sayısında ”Çağdaş Edebiyatımızın Temel Yapıtları” başlıklı yazısı süreci hızlandırdı.
Gümüş, söz konusu yazısında ”Klasiklerinin olmayışını, Türk edebiyatının geç doğmuş olmasına bağlayabiliriz… Bin bir türlü nedeni var bunun ve bugün Batı’nın benimseyeceği klasiklerimizden söz etmek de düş kurmak gibi. Burada şu geliyor akla: Kendi kimliğini yaratan, içine doğduğu toplumsal kültürü anlattığı gibi, ona kimlik de kazandıran yapıtlar Türk edebiyatının klasikleri olarak niçin sayılmasın?” diyordu.
Uzmanlık alanı edebiyat olan akademisyenlerin kapısını çaldık. Türk edebiyatının klasikleri yok muydu gerçekten de? Varsa hangileriydi ilk akla gelenler? Bir liste oluşturmalarını istemekten ziyade ‘klasik’ kavramı genelinde Türk klasikleri özelinde konuyu değerlendirmelerini istedik.
Türkiye’deki edebiyat okurlarının, özellikle gençlerin, ‘Türk klasikleri’ne ilişkin bir bilgisi, fikri var mıydı onlara göre?
Sonuçta gördük ki konu çok net değil ama söylenecek çok şey olduğu ortada.
NÜKET ESEN (Boğaziçi Ünv. Türk Dili Edebiyatı Bölüm Bşk.)
”Eleştirmenler ve akademisyenlerin suçu!..”
Ben Semih Gümüş’ün söylediklerine katılıyorum. Ama bunu biraz açmam lazım. Çünkü sizin ilk sorunuz, Gümüş, Türk edebiyatının klasikleri yok demiş gibi davranıyor. Benim anladığım kadarıyla Gümüş böyle demiyor. Gümüş, kültür piyasasının okurlara sunduğu bir ‘klasikler’ tanımından, kategorisinden bahsediyor. Bunları, çeşitli yayınevlerinin yayımladığı ve Balzac, Tolstoy, Dostoyevski gibi yazarları kapsayan seriler olarak kitapçılarda görmeniz mümkün. Gerçekten de, herhangi bir Türk yazarı bu serilerde yer almaz.
Aslında ‘klasik’ kavramı, Batı kültürünün temelleriyle, Batı uygarlığını oluşturan ve Eski Yunan’dan başlayan eserlerle ilgili bir kategoridir. Yeni Ahit’ten, Dante’ye, Shakespeare’e, Goethe’ye kadar pek çok isim burada yer alır. Türk kitap piyasasının ‘klasikler’ olarak sunduğu eserler genelde 19. yy.’da yayımlanmış ‘gerçekçi’ romanlardır. Bazı yayınevleri bu listeye, 20. yy.’ın ilk yarısındaki ‘sosyalist gerçekçi’ Rus yazarlarını da ekler (Ehrenburg, Şolohov gibi). Aslında bu listeler ülkeden ülkeye de değişir. Anladığım kadarıyla Gümüş de, Batılılaşma sonrası modern Türk edebiyatından bahsediyor. Bu dönemin edebiyatçıları ama özellikle de romancıları bir iki istisna dışında yabancı dillere çevrilmemiş, çevrilenler de yurt dışında çok fazla kabul görmemiştir. Bu anlamda, Türk edebiyatı ürünleri dünya edebiyatları bağlamında klasik olarak algılanmamıştır.
Bununla birlikte, bu kategori çok da anlamlı değildir ve Gümüş de bunu kastetmektedir. Türkçede yazılmış birtakım ürünleri, mesela bir ”Yaban”ı, ”Sinekli Bakkal”ı, ”Huzur”u, ”Tutunamayanlar”ı dünya ya da Türkiye kitap pazarı klasik olarak kabul etmiyor diye önemsiz görmek yanlıştır. Bu romanlar, Gümüş’ün ve daha pek çok edebiyat eleştirmeni ve tarihçisinin işaret ettiği üzere, modern Türk kimliğinin oluşumuna katkıda bulunmuş, Türkiye açısından çok önemli ürünlerdir. Gümüş, yazısının bold kısmında ”Türkçede klasik var mı, yok mu” diye abesle iştigal etmek yerine, biz kendi eserlerimizin önemli olduğunun farkına varalım ve bunları değişik açılardan yorumlamaya, edebi bir iletişim ortamı oluşturmaya çalışalım diyor bence. Bu çok sağlıklı bir tutumdur.
Kompleksleri bir yana bırakarak, örneğin Tanpınar’ın Proust’un yanında ne kadar sönük kaldığını düşünmeden, bu eserleri kendi bağlamları ve birbirleriyle ilişkileri içinde okumaya ve anlamaya çalışmalıyız. Türk edebiyat ortamı bunu yapmaya başladığında, okur da bazı eserlerin klasik olduğunu düşünmeye başlayacak, daha bir özgüven ve merakla Türk edebiyatı okuyacaktır. İşte o zaman bir Türk edebiyatı kanonu ya da klasikleri olduğu görülür ve daha doğru ve sağlıklı bir biçimde tartışılabilir.
Bütün bu söylediklerimle bağlantılı olarak, Türk okurunun klasiklerle ilgili doğru dürüst bir bilgiye sahip olmadığını da söyleyebilirim. Tabii bu, okurun olmaktan çok Türk kültür piyasasının, yayınevleri, eleştirmenler ve akademisyenlerinin suçudur. Bizler Türk edebiyatının ne kadar ilginç ve önemli olduğunu anladığımız ve anlatabildiğimiz takdirde, okurlarda da farklı bir yaklaşım oluşmaya başlayabilecektir.
NECMİYE ALPAY (Eleştirmen)
”Yunus Emre, Ece Ayhan ya da Aziz Nesin’den başlayabiliriz”
‘Klasik’ sözcüğü edebiyatta en az iki ayrı anlamda kullanılıyor: 1) Zaman içinde değerini yitirmeyen; 2) Eski Yunan ve Latin edebiyatlarının bir dönemini oluşturan akım. İsa’dan önce.
Avrupalılar ‘İsa dönemi’ diyebileceğimiz Ortaçağlarını geride bırakıp asıl ‘İsa’dan sonra’ya geçtiklerinde, bir dönem (XVII. ve XVIII. yy.), dönüp İsa öncesinin o klasik edebiyatına bakmış ve köklü bir biçimde onun etkisi altına girmişler. Hâlâ da süren bir etki: Klasisizm, Neoklassisizm vb. Aynı etki gecikerek de olsa Türk edebiyatında da kendini göstermiş ama bu anlamdaki ‘klasik’ oluşum henüz yeterince incelenmiş değil.
Sizin sorunuz sözcüğün bu ikinci anlamıyla bağlantısız olmasa da, esas olarak birincisiyle ilgili görünüyor: Zaman içinde değerini yitirmeyen yapıtlar. Türkçede bu anlamı karşılamak için daha çok ‘büyük yazarlar’ ve ‘büyük yapıtlar’ kavramları kullanılıyor; ‘klasik’ sözcüğü en çok ‘dünya klasikleri’ni akla getiriyor. Gerçi son dönemlerde ‘klasik Türk yazarları’ gibi tamlamalara rastlanır oldu. Örneğin, Oğlak Yayınları ‘Oğlak Klasikleri’ kapsamında bir dizi Türk yazarını da yayımlıyor. O listede Turgut Uyar, Edip Cansever gibi ‘modern’likleri pek tartışma götürmeyecek yazarları da gördüğümüze göre, kavramın buradaki kullanımı gerçekten en geniş anlamıyladır.
Her toplumun kendi klasiklerini saptaması pratik bir zorunluluk gibi görünüyor. Gelgelelim, bu sınıflandırma işine devletler başta olmak üzere çeşitli otoritelerin her zaman bir biçimde dahil olduğuna dikkat edildiğinden beridir, sorunun ‘kanon’ kavramı çerçevesinde tartışıldığını görüyoruz (bkz. kitap-lık dergisinin Ocak 2004 sayısındaki dosya). Kanon kavramı, ‘genel geçer kılınmış yapıt listesi’ anlamıyla kavrandığında, iyi bir sorgulama aracı.
Öyle görünüyor ki kanon ‘son çözümlemede’ her zaman egemen ideolojilerin ürünüdür. Ülkemiz okullarında 20. yy.’ın ortasına ‘stop’ levhası dikildiğini, o tarihe kadar olup bitenlerin de yalnızca egemen dilde olmak üzere delik deşik, ansiklopedilerden bile daha ruhsuz biçimlerde anıldığını anımsamak, sorgulamanın haklılığını göstermeye herhalde yetip artar. Örneğin, çocuklar Türk şiirinde aruz ve hece vezinlerinden sonra serbest veznin başladığını öğrenseler bile bunu hangi şairin başlattığını öğrenmeden, yalnızca liseyi değil, üniversiteyi bile bitirebilmektedir, çünkü o şair Nâzım’dır.
Sorgulamanın sürmesini dilerim. Bana gelince, bir listeden çok, anahtar önermek isterim. Sanatın bir zanaat yönü, bir de aslı var. Bir yapıtta bunlar çeşitli bileşim, karışım ya da oranlarda bulunabiliyor. Zanaat yönü dediğim, yaratıcı olmayan biçimdir: Verili ölçülere uygun, ustaca işlenmiş olanı ortaya koyar ve araçsallaştırılmaya elverişlidir. Sanatın aslı ise, insan denen varlığın en lanetli, en üstü örtülmüş, yine de en burnumuzun dibinde olan yanlarına yaklaşmaya çalışan yöndür. Biçimini de ona göre bulur ya da yaratır. Zanaat, rahatlatıcı ve oyalayıcıdır. Sanatsa kurcalayıcı. Listelemeye, Yunus Emre’den, Ece Ayhan’dan ya da Aziz Nesin’den başlayabiliriz. Sorgulamayla atbaşı devam etmek ve her yazarı ‘tüm yapıtlarıyla’ diye düşünmemek kaydıyla.
PINAR KÜR (Yazar – Bilgi Ünv.)
” ‘Klasik’ hakkında bilgi ve fikirleri yok!”
‘Klasik’ terimini en dar anlamıyla alırsak, Semih Gümüş haklı. Ancak zaman içinde ‘klasik’ terimi esnekleşmiş, kimi kez örneklerle (neo – klasik) kimi kez tamlamalarla (Rus Klasikleri, Modern Klasikler, vb.) genişlemiştir. Ayrıca çeşitli sanat dallarında farklı dönemleri belirler. Örneğin ‘Klasik Tiyatro’ denince akla eski Yunan ve Roma eserleri gelirken, romanda 18. hatta 19. yy. Avrupa edebiyatı söz konusudur. Sözcüğün günümüzdeki yaygın kullanımında kastedilen ise, ‘belirli birtakım kurallara uyan’dan çok, güncel olmayan, kalıcı edebi değer taşıyan, insanoğlunun temel duygu ve problemlerini yansıtan, yazılışının üstünden en az 70 – 100 yıl geçmiş olmasına karşın çağdaş okura hitap eden eserlerdir. Bu esnek tanımdan hareket edersek, Semih Gümüş’ün edebiyatımızın temel yapıtları olarak nitelediği eserlerin çoğuna ‘Türk Klasikleri’ diyebiliriz.
Sorunuzu ‘Türk okurları’ şeklinde sorsaydınız, herhangi bir ‘klasik’ hakkında bilgi ve fikirleri olmadığını söylerdim. Ancak ‘edebiyat’ okurlarının Türk Klasikleri ile örneğin Yunan ya da Rus Klasiklerini ayırd ettiklerinden eminim.
TAHSİN YÜCEL (Fransız Dili ve Edebiyatı, Prof.)
”Yakup Kadri, Abdülhak Şinasi Hisar, Nâzım Hikmet, Ataç vb. gibi ustalara klasik demekten çekiniyoruz!”
Hep söylenir, doğrudur da: Nerede bir toplum varsa, orada sözlü ya da yazılı bir yazın vardır. Bizim toplumumuzun da her zaman bir yazını olmuştur. Bu bakımdan, Türk yazınının geç doğmuş bir yazın olduğunu söyleyemeyiz. Olsa olsa, yazınımızın çok uzun bir süre Batı yazınından ayrı bir yazın olarak kaldığı, Batı’nın bugün evrensel bir nitelik kazanmış türlerini benimsemekte geciktiği söylenebilir. Bu da ikincil bir olgudur. Ne olursa olsun, Dede Korkut’u, Yunus Emre’yi, Karacaoğlan’ı, Evliya Çelebi’yi klasik saymıyorsak, kavramı herkesten farklı bir biçimde algılıyoruz demektir.
Klasik sözcüğüne pek de masalsı anlamlar yüklememek gerekir. Genel olarak birbirini tamamlayan birkaç anlam verilir bu sözcüğe: a) Örnek oluşturan, dolayısıyla üstün bir nitelik taşıyan, b) Zamanla değerinden fazla bir şey yitirmeyen, c) Okullarda okutulan yapıt ya da yazar. Sonuncu tanım gereksiz bir ekleme gibi görünebilir. Ama önemlidir. Ölümsüz yapıtlardan söz edilir. Bu ölümsüzlüğü sağlayan biraz da toplumun ekinsel kurumlarıdır; bu yapıtların liselerde, üniversitelerde okutulması, üzerlerinde sürekli incelemeler, yorumlar yapılmasıdır. Böyle olmasa, Homeros da, Sophokles de, Cervantes de bugün unutulmuş olurdu belki. Burada örnek oluşturmanın bir tekbiçimlilik içermediğini de belirtmek gerekir. Örneğin Fransız yazınını ele alır da XVI. yüzyıldan XIX. yüzyıla doğru gidersek, Rabelais ile Racine ya da Corneille, Voltaire ile Hugo ya da Balzac arasındaki farklılıkların benzerliklerden kat kat fazla olduğunu görürüz, ancak hepsi de aynı ekine bağlanır, aynı ekini zenginleştirir. Zamana dayanma da önemli bir ölçüt kuşkusuz. Kendimizi hâlâ 20. yy. insanı olarak görmeyi sürdürdüğümüzden olacak, bugün Yakup Kadri, Abdülhak Şinasi Hisar, Yahya Kemal, Nâzım Hikmet, Cahit Sıtkı Tarancı, Ataç vb. gibi ustalara klasik demekten çekiniyoruz. Ama yakın bir tarihte rahatlıkla diyeceğiz sanırım.
Ben bilenlerin çoğunlukta olduğunu sanıyorum. Klasikleri okuduğunu söylerken yabancı klasikleri düşünenlerin bilgisizlikten böyle yaptıklarını sanmamalı bence. Evrensel nitelik kazanmış yabancı klasikleri okumak da bir gereksinim. Yunan klasikleri, Fransız, İtalyan, İspanyol, İngiliz, Alman klasikleri de olanaklarımızın elverdiğince tanımamız gereken klasikler. Belki kendi klasiklerimizi görmenin ve daha iyi değerlendirmenin de bir yolu bu.
TALAT HALMAN (Bilkent Ünv. Türk Edebiyatı Bölümü ve Merkezi Bşk.)
”Okurlarımızın Türk klasiklerine ilişkin bilgisi kıt!”
Semih Gümüş’ün kimi teşhislerini çok doğru buluyorum. Ancak, ben ”Türk edebiyatının klasikleri yoktur,” diyemiyorum. Eski edebiyatımız için elbette şu dokuz temel yapıt bir kanon oluşturur: ”Kutadgu Bilig”, ”Kitab-ı Dede Korkut”, Yunus Emre, Fuzuli, Baki, Nedim Divanları, Evliya Çelebi’nin ”Seyahatnamesi”, Şeyh Galib’in ”Hüsn-ü Aşk”ı…Güçlü bir kanondur bu. Ne var ki, başka ülkelerin klasiklerine kıyasla bizde çok farklı bir kültür ve dil sorunu var. Almanlar, Fransızlar, İngilizler, Japonlar kendi klasiklerini oldukça rahat okuyabiliyorlar. Oysa biz, kültür devrimlerimiz, dil ve alfabe değişimimiz yüzünden, klasiklerimizi büyük bir güçlükle okuyoruz, anlamak için yaman bir çaba veriyoruz. Kanonumuzdan zevk, anlayış, kültür bağlamı, dil bakımından fazla uzağız.
Benim ‘klasik’ tanımımda sonraki çağlarda ‘okunabilirlik’ ve çok geniş bir kültür coğrafyası içinde ‘evrensellik’ kavramları da var. Elbette ‘kendi kimliğini yaratan’ ve ‘toplumsal kültürün özelliklerini yansıtan ve anlatan’ işlevler önemli. Ancak, bence, ‘gücünü başka çağlara ve kültürlere de taşıyabilen’ diye de tanımlanmalıdır bir klasik. Azımsanmayacak bir ölçü de, eserin kalitesi, üstün edebi ve beşeri değeridir. Bu açılardan bakıldığında, ”Kutadgu Bilig” ile ”Seyahatname” nispeten zayıf adaylar gibi gözüküyor; ama ”Dede Korkut”, Yunus ve ”Hüsn ü Aşk” çok güçlü. İşte bu bağlamda, ‘evrensellik’ kudretli ve yaratıcı çevirilerle kanıtlanmak zorunda. Bunun ortaya çıkardığı zorlukları aşmak bazen mümkün olmuyor. Bu da bizim klasiklerimizin bir talihsizliği.
Okurlarımızın ‘Türk klasikleri’ne ilişkin bilgisi kıt. Çünkü eğitim sistemimizde edebiyat ve kültür, üstünkörü okutuluyor. Kaldı ki, sorunuzda değindiğiniz gibi, ”bizim klasiklerimiz yoktur, başka dillerde klasikler vardır” gibi bir aşağılık duygusu içindeyiz. Biz, kendi klasiklerini okumaktan aciz bir ulusuz. Üstelik, edebiyat tarihçilerimiz ve eleştirmenlerimiz, kültürel bağlam içinde, bellibaşlı yapıtlarımızı değerlendirmeyi beceremediler. Klasiklerimizi yeni kuşaklara bugünün diliyle aktarmak ve anlatmak yolunda sistemli bir çabaya girişmeliyiz. Türk edebiyatı geç doğmamıştır: Birçok Batı ülkesinin edebiyatı kadar eskidir. Bizim karşımıza dikilen zorluk, edebiyat tarihçiliğimizin ve eleştirmenliğimizin yeterince gelişmemiş olmasıdır. Bunu gidermek, klasiklerimizin bilincine varmak, geleceğin klasikleri olabilecek büyük, derin ve evrensel yapıtları yaratmak için, yeni bir aydınlığa uyanmak zorundayız. Çağdaş edebiyatın en başarılı örnekleri, güçlü yapıtları, ilerde birer klasik olacak mı? Bunu şimdiden bilmenin yolu yoktur. Bazı klasikleri kendi çağında sezmek belki mümkündür ama, klasikleri ancak ve ancak gelecek çağlar benimseyebilir, tanımlayabilir.
GÜRSEL AYTAÇ (DTCF Alman Dili ve Edebiyatı Anabilim Dalı Bşk.)
”Cumhuriyet ile başlatmak doğru olmaz.”
”Türk edebiyatının klasikleri yok,” görüşüne katılmıyorum. ‘Klasik’ tanımı, en yaygın anlamıyla ‘birinci sınıf’ eser demektir. Daha dar anlamıyla ‘klasik eser’, zaman ve mekan sınırlarını aşacak nitelikte, yani her zaman ve her yerde değerini koruyan, ‘nitelikli’, ‘edebi’ sayılan eserdir. Türk edebiyatını Cumhuriyet ile başlatmak doğru olmaz. Osmanlı döneminde, her ne kadar nesir, tarihçilik ve seyahatname yazarlığı vb. gibi kurmaca dışı türlerle temsil ediliyor olsa da nazımda bugünün edebiyat bilimsel yaklaşımlarıyla ele alındığında değeri ortaya konacak nice ürün var. Gençlerimiz her şeyden önce dil yetersizliği nedeniyle onları okuyamıyor. Bugünün Türkçesine dil – içi edebi çevirilerle yeniden kazandırılmayı bekleyen kitaplar ne yazık ki yalnızca yüzyıllar öncesine ait değil; 70 – 80 yıl önce yazılmışları bile orijinallerinden okuyup anlayanlarımız yok gibi.
‘Klasikler’le kast edilenler, dünya edebiyatının klasikleriyse, Türkçeye çevrilmiş olanlar hayli doyurucu sayıda ve nitelikte olduğundan edebiyata meraklı okuyucu bunları okumuş olmak gerekliliğini hissediyor.
Cumhuriyet döneminin Türk klasikleri, geniş bir yelpazede sıralanabilir. ‘Kitle yazını’ sayılabilecek eğlencelik (trivial) kitapların dışında edebiyat derslerinde öğretilen ”belli başlı” Türk edebiyatı eserlerini bu bağlamda anabilirim.
İSKENDER PALA (İstanbul Kültür Ünv. Türk Dili ve Edebiyatı Bölüm Bşk.)
”Fuzuli’den bahsedecek olursanız size gerici deyiverirler!..”
Adını andığınız yazıyı okumadım, yazarının da Türk klasikleri hakkında karar yetkisine sahip olup olmadığını bilmiyorum. Zannederim kesin yargılarla konuşmak ve genellemeler yapmak için biraz daha konuyla ilgili olmak gerekir. Osmanlı Türkçesiyle yazılmış eserler üzerinde araştırmalar yapmadan, en azından 500 yıllık kültür mirasını taramadan, onlarda anlatılan konular üzerinde derin analizler ve yorumlara girişmeden ”Türk Edebiyatı’nın klasikleri yoktur,” deyivermek sanırız okuyuculara da haksızlık olur.
Türk Edebiyatı, başlangıcından itibaren kendi doğal gelişimini sürdürürken klasik eserlerini de ortaya koydu. Ama biz Türk Edebiyatı’nın başlangıcını 1928 ile sınırlarsak elbette klasiklerin ortaya çıkması için gerekli sürecin henüz tamamlanmadığını görür ve klasiklerimizin olmadığına hükmederiz.
Ben edebiyatımızın yaklaşık bin yıllık yazılı metinler süreci içerisinde klasikler listesine girebilecek sayısız eserini sayabilirim. Eğer yanlış bir kanaat ile klasik deyince roman aklımıza gelmeyecekse, buyrunuz, Türklüğün kutsal kitabı sayılabilecek ”Divan – ı Lugati’t-Türk” neden bir klasik olmasın? ”Dede Korkut”u, ”Babür’ün Hatıraları”nı, Yunus şiirlerini, Aşık Paşa’nın ”Garipname”sini, Sinan Paşa’ya ait ”Tazarruname” ve Süleyman Çelebi’ye ait ”Mevlid”i, yahut Evliya Çelebi’nin ”Seyahatname”sini klasik saymayacaksak daha neyi klasik kabul edebiliriz ki?! Batı romanına şiir formatında birer karşılık sayılabilecek ”Ferhad ile Şirin”ler, ”Kerem ile Aslı”lar, ”Yusuf ile Zeliha”lar da listeye eklenebilir. Ya Şeyh Galib’in ”Hüsn ü Aşk”ı!
Günümüz Türk edebiyat okurları benim klasikler listemde yer alan bu eserleri maalesef tanımıyor. Bunun pek çok nedenleri vardır. Öncelikle yayın ve piyasa problemi, sonra bakış açısı ve zihniyet problemi… Oysa modern zamanlara hazırlanmak için kendi kültürünü bilmek zorunda bu okuyucu. Geleceği yaşamak için geçmişini, medeniyeti kucaklamak için kültürünü ıskalamamak zorunda. Küçük bir örnekleme yapalım isterseniz:
Fuzuli ile Şekspir aynı yüzyılın insanıdırlar. Zannederim ”Romeo ve Juliet”, ”Leyla ile Mecnun”dan 50 yıl kadar sonra yazılıyor. Her ikisini de orijinal metinlerinden okuduğunuzda, hiç şüphe yok ki ”Leyla ile Mecnun” diğerinden daha üstün. Hayaller, anlatım, lirizm, kurgu vs. Bunu Batılı türkologlar da itiraf etmekteler. Ama yine de bugün ”Romeo ile Juliet” dünyayı dolaşıyor da ”Leyla ile Mecnun”u biz bile bilmiyoruz. Maalesef, ”Leyla ile Mecnun”u Orhan Gencebay’ın çevirdiği film zanneden aydınlar(!) ülkesi bizim yurdumuz.
İngiltere’de Şekspir’in eserlerini herkes orijinal diliyle okuyamaz. Yani Şekspir’in dili de, Fuzuli’ninki kadar olmasa da modern çağın insanına uzak düşmüş. Ama İngiltere’de ”Romeo ve Juliet” ilkokul düzeyinde, orta öğrenim düzeyinde, halk düzeyinde okumalar için yeniden basılır. Entelektüeller için de yeniden orijinal baskıları yapılır. Üstelik bu baskılar piyasadan hiç eksilmez. Daha da önemlisi İngiliz ulusu Şekspir’e sahip çıkar, onunla övünür. Eserlerinin tiyatro, opera, bale, çizgi film, resimli kitap vb. versiyonlarını çıkarır. Böylece Şekspir’i bir kültür ihraç malzemesi haline getirir. Bu tavır onlara güç verir. Bir İngiliz, Şekspir ile övünür.
Gelelim Fuzuli’ye!..
Aman susunuz! Ondan bahsedecek olursanız size gerici deyiverirler!..
Yazık, çok yazık!
Bu ülkenin entelektüellerinden kaçı, acaba kendi klasiklerini okumuştur ki?! Okusa belki onun klasik olduğunu, Batılı klasiklerden hiç de aşağı olmadığını görür, anlar…
Sonra birileri çıkar, ”Türk Edebiyatı’nın klasikleri yoktur,” deyip meseleyi kökünden hallediverir.
Okuyucu ne yapsın!?