Gençliğin Dili Kullanmadaki Noksanlıkları Ve Okuma Zevki Kazanmasındaki Engeller

Okur – yazar insan tipinin yetiştirilmesi için en müsait ortam olan orta öğretim sıralarına eğilmemizde fevkalâde fayda vardır. Çünkü görünen

Okur – yazar insan tipinin yetiştirilmesi için en müsait ortam olan orta öğretim sıralarına eğilmemizde fevkalâde fayda vardır. Çünkü görünen bir köy var ki kılavuz istememektedir. O da okumaya ve kültüre karşı isteğin beklenene cevap vermemesi ya da gittikçe azalmakta oluşudur. Tabi bunun nedenleri de masaya yatırılmalı, kanaatindeyim.

Biz Türk insanı hâlâ, lisenin her sınıfında Edebiyat derslerinde maalesef yüksek seviyeli bir dil ve edebiyat zevki kazandırma değil, imlâ düzeltmek ve dilekçe yazdırmaktan işe başlamaktayız. Bu,fakültelerimiz için de aşağı yukarı böyledir ülkemizde.

Her okuduğumda tüylerimi diken diken eden ve bu konudaki endişemi doğrulayan bir istatistik yorumu var şimdi sınıf panolarımızda:

“Almanya’da kişi başına düşen ortalama okuma oranı 23 dakikadan 18 dakikaya düşünce devlet adamları telaşlanmaya başlamışlar. Bu oranın 10-15 saniyelerde seyrettiği Türkiye’de hangi endişeyi hissediyorsunuz?…”

Kitabı Sevmek

Okumayı sevmek, okuma zevki kazanmak kitabı sevmekle başlar. Tıpkı bir oyuncak gibi, yeni doğmuş bir kardeş gibi… Kitap kucağını açmışken, onu raftan almalı, hemdem olmalıdır kitapla, onda yolculuk başlayıp bitene dek.

Aslında okuma sokakta başlar. En azından ben öyle gördüm İstanbul’da. Kitapçıların, sahafların, dergi ve gazete bayilerinin bol olduğu günümüzde okumanın sokakta başladığını anlamak zor olmasa gerek. Bunun yanında televizyonu seyretmeye, bilgisayarın dostu olmaya alışmış başka türlü okuyanlar türüyor her geçen gün. Bunlar, bir anda hikâyenin macerasını öğrenmek istiyor, sadece resimlerine bakarak. En iyimser yönüyle hazır özet kitapları soruluyor kitapçılarda çoğu kez.

Okumayı teşvik edici, zengin baskılı kitaplar var şimdi vitrinlerde eskiye nazaran. Fakat buna rağmen, geçmiş yıllara kıyasla okuyan insan oranının gittikçe düşmesi-en acısı da devlet adamlarının ve insanımızın bunu önemsememesi – şaşırtıcı, bir o kadar da acı. İnsanımızın piknik yapmak için bir yerlere gitme zahmetini göze almaları gibi, kitapçı çarşılarına gitmeleri lâzım. Bunu düşünemiyor ve ekonomik zorlukları bir engel olarak öne sürüyorsak okuma zevkini kazanmamız kolay almaz. Meselâ; kitapçılarda peykelerin önüne çömelip veya vitrinlerin önünde ayak üstü kitap karıştırmak ve okumak, denenmesi gereken bir zevk ve tiryakilik olmalı artık.

Kitap listesi

Biz Edebiyat öğretmenlerinden hep “okunacak kitapların listesi” istenir. Okunacak o kadar çok kitap var ki!.. Ondan önce bu konuda şöyle düşünüyorum ben: Her Türk insanının okuması gereken, meselâ on kitap hangisidir? İlk yüz kitap nedir? Batı ülkelerinde bunların tespiti için anketler düzenlenir. Neticeye göre listeler ortaya çıkar. Fakat hepsinde meselâ; Shakespeare, Dante, Balzac, Dostoyevski, Tolstoy, Victor Hugo, Eflatun, Cercantes, Montaigne vs ortak isimler vardır. Bizde de bunlar olmalıdır. Ancak bizim insanımız için hangi ortak isimlerimiz vardır? İşte bu tespit yapılmamıştır. İnsanın her yaş dönemine kadar okuması gereken kitaplar vardır. Poul ve Virjini’nin, Monte Kristo’nun, Robenson’ un… hepsinin okunacak yaşları vardır. O yaşı geçerseniz zevkle okuyamazsınız kitabı.

Kahramanıyla veya yazarıyla içli dışlı olduğumuz kitaplar olmamış mıdır? Tıpkı bir insanı tanıdıktan sonra değişen hayatımız gibi, bir kitabı da okuduktan sonra hayata ve dünyaya farklı baktığımız olmuştur.

Meselâ; Orta 1. sınıfta okurken Türkçe öğretmenimiz Ziya Bey ‘ in tavsiyesi ile okuduğum Ömer Seyfettin’in Kaşağı isimli hikâyesindeki olay beni çok derinden etkilemişti, hıçkıra hıçkıra ağlamıştım bir müddet. Ne Hasan’ın ne de abisinin yerinde olmak istememişimdir, hikâyeyi hatırladıkça…

Tüketirken Üretmeli

İki türlü okuma olmalıdır: Biri, bilhassa roman gibi eserlerde uygulanan, sokakta,araçlarda giderken veya evde yatmadan önce okumak ve süratle bitirmek. Yani “kitabı içmek” gibi bir şey. İkincisi ise, daha çok bilimsel yazı ve kitaplar için söz konusu oluyor: masa başında, not alarak, özet yaparak, eleştiri notları alarak, bir bilgiyi başka kitap ve kaynaklardan doğrulayarak… yani keyifli ve uzun süreli bir okuma. Her ikisi de zevk kazandırır insana. Birincisinde eserin lezzetini bir çırpıda hissediyorsunuz; ikincisinde öğrenmenin zevkini.

Bir de tüketirken, yani okurken üretken olmayı denemelidir. Kitapta orijinal sezdiğimiz hususları veya cümleleri küçük kağıtlara not alsak, kitaptan bal süzer gibi sarraf işçiliğine soyunsak… “Bilgi ve kültür birikimi ” denen şey bunun sonucundan farklı olması gerek.

Yanlışlık Temelde

Dil, bütün derslerde olduğu kadar hayatın her safhasında beraber olduğumuz, adeta bir parçamız gibidir. Üstelik yıllardır, sınavlarda-üniversite sınavlarının bir öğrenci için dönüm noktası hâline dönüştürülmesinin neticesinde-test sisteminin gittikçe yaygınlaşması, bunun neticesinde de yorum gücünün dumûra uğraması, öğrencilerin güzel ve doğru yazma, bir fikri en güzel şekilde ifade edebilme imkanlarını da giderek ortadan kaldırmaktadır.

Yanlışlık temelde, ilk öğretim sınıflarında başlıyor aslında. Öğrencilere kitap okumanın önemi yeterince anlatılmadan ve zevk kazandırılmadan, kısacası kitap okutulmadan hep yazı yazdırılmak istenmiş. Öğrencilerime hep söylerim “Boş bardaktan su akmayacağı gibi, kelime hazinesi dolu olmayan dimağ ve boş gönüllerden de sözcükler akmaz.” diye. Önce doldurmak lâzım boşaltmak için.

Geçenlerde bir lise 2. sınıfta yere meyve suyu dökülmüştü ve ben onu döken öğrenciye “Teneffüste müstahdeme temizlemesini söylersiniz.” dediğimde, o öğrenci, anlamamış bir edayla bu ucûbe(!)nin şaşkınlığını gizlemedi. ” Müstakbel ” mi ?.., dedi alaylı bakışlarıyla birlikte. Tabi ben, dilimizden ne de çabuk koparılmış ve yerine” görevli, hizmetli” konulmuş “müstahdem” kelimesini sorduğuma biraz sonra daha da pişman olacağımı düşünememiştim. Bu kelimenin anlamını kaç kişinin bildiğini sorduğumda yirmi kişilik sınıftan sadece altı kişi parmağını kaldırdı. Bir sonraki ders, lise birinci sınıfta bu kelimeyi vokabüler testi edasıyla sorduğumda, bu kelimeyi diğer sınıflara sormaya merakım kalmadı. Çünkü yirmi üç kişilik o sınıftan maalesef sadece “bir” kişi bu kelimenin anlamını biliyordu.

Netice olarak, biz kitap okuma zevkini alamamış bir genç nesille karşı karşıyayız. İlkokul öğretmenimin ve benim kullandığım “müstahdem” kelimesi bile artık bilinmiyor. Daha niceleri. Çok yazık!

Dil noksanlıkları

Okullarımızda, ilköğretimde başlayıp orta öğretimde süregelen bu tür “dil noksanlıkları “nın sebeplerini sıralamak mümkündür:

1- Kelime hazinesi : Arapça ve Farsça asıllı oldukları iddiasıyla bir devirde kullanılmasından ısrarla kaçınılan kelimeler, genç nesiller tarafından bilinmemekte; onların yerine teklif edilmiş veya uydurulmuş kelimelerin de pek çoğu bir dil geleneği haline gelmediği için yanlış kullanılmaktadır. Böylece öğrenci Türkçe’nin zenginliklerinden mahrum bırakılmıştır. Meselâ; bazı yazarların yazılarında, bazen tanıdığımız kelimelere benzer-fakat değil- bir yığın “sözcük”: “belge, etik, ivedi, tasarı, bellek,..” var. Fakat “vesika, ahlâk, acele, teklif, hafıza,..” yok. Bu da okuyucu kitlesini bir “ikilem” ( !) içinde bırakmaktadır.

Bir Rus’a sormuşlar:
– Rusya’da tiyatroya ne derler?
– Tiyatro.
– Oynayanlara ne derler?
– Aktör.
– Diyeni fısıldayana?
– Suflör.
– Sahnenin resimlerine ve eşyasına?
– Dekor.
– Peki bunlar Rusça mı?
– Hayır!!!

Sorarım sizlere; sandalyeden iskemleye, masadan şemsiyeye, nohuttan fasulyeye, Ali’den Ayşe’ye yabancı olan bu kelimeleri öztürkçeleştirebilecekler mi acaba? Fuzûlî, Tevfik Fikret, Sait Faik, Yakup Kadri’ler ve daha nicelerini diri diri tarihe gömmeye çalışmanın bir mânâsı olsa gerek.

2- İmlâ : Yakın yıllara kadar çıkarılan imlâ kılavuzları, her defasında az veya çok yeni ve değişik imlâ kuralları getirmiş, birçok kelimenin imlâsında, bir evvelkine göre farklı yazılış şekilleri göstermiştir. Meselâ; bizim yıllardır “Şanlıurfa, Kahramanmaraş, Gaziantep” şeklinde bitişik yazımına alıştığımız bazı özel yer isimleri Türk Dil Kurumu’nun 1996 ve 2000(son) baskısında “Şanlı Urfa, Kahraman Maraş, Gazi Antep” şeklinde ayrı yazılmaktadır. Bu ve bunun gibi değişiklikler yine öğrenciyi ve de bizi bir “ikilem” içinde bırakmaktadır.

3- Telaffuz ve Diksiyon: Dilimizin en doğru ve güzel şekilde konuşulması demek olan “telaffuz” ve bunun daha gelişmiş sistemiyle “diksiyon” konusundaki noksanlar ve hatalar, bugün çok yaygın kitle haberleşme araçları olan radyo ve televizyon yoluyla daha kolay ve bulaşıcı bir hastalık olarak yayılmaktadır.

Meselâ ; son zamanlarda mantar gibi üreyen spiker(!) ve DJ(!) uydurma isimli sunucularımızın “dimi, gelicez, gitcez, bakıcaz” ucûbe nidaları, kulaklarımızı olduğu kadar Türkçe sevgimizi de tırmalamaya ve yıpratmaya devam etmektedir. Bu hususta çok dertli edebiyat âşığı Y. Bülent BÂKİLER’in şimdilerde devamını beklediğimiz STV’deki “Sözün Doğrusu” programı da imdada yetişmese televizyonlara da küsmememiz elde değil.

Türkçe ağzımda…

“Dil, Kültür, Yabancılaşma” kitabında D. Mehmet DOĞAN, “Dil Binâsı” bahsinde kelimeleri tuğlaya benzetmekte, tuğlalardan duvar (cümle), duvarlardan da binâ (eser) oluşturduğunu söylemektedir. Binânın tuğlaları yanlış, kırık ve şekilsiz olursa binâ ne derece sağlam olabilir ki?..
Dilde kelime seçimine, tuğla seçimine gösterdiğimiz hassasiyetten daha büyük bir hassasiyetle girişmemiz gerekmektedir. “Türkçe, ağzımda annemin ak sütü gibidir.” diyen Türkçe âşığı Yahyâ Kemal, bir gün Beyazıt’ta gördüğü bir güzele tutulur ve onu Sirkeci ‘ ye kadar bin bir türlü heyecanla takip eder, onunla tartışmak ve konuşmak için. Harem’ e geçmek üzere gişedeki biletçiye Rumeli ağzıyla “Abe, versene bir bilet!…” diyen güzel kadına duyduğu aşkını denizin köpüklerine yoldaş eden Yahyâ Kemal gibi Türkçe âşığı insanlar yetişmeli artık okullarımızda.

Dilde Titizlik

Dilde titizlik göstermediğimize üzülen Orhan Veli “Dil” başlığı ile yazdığı bir yazısında bu konuya dokunmaktadır: “Dil üzerindeki titizliğimiz yalnız edebî eserlere inhisar ediyor. Edebî olmayan yazılarda dilin düzgün olmasına lüzum var mı, yok mu, çok defa düşünmüyoruz bile. Meselâ; bir bilim adamı ne demek istediğini bize iyi kötü anlatıyor mu, yetiyor. Cümlesinin düzgün, anlatışın rahat olmasına bakmıyoruz. Onun da bir edebiyatçı kadar dil üzerinde düşünmesi, hiç olmazsa yanlışlarla dolu bozuk bir dil kullanmaması gerektiğini aklımıza getirmiyoruz. Bu yazılar fen adamları tarafından yazılırsa sorumsuzluk büsbütün azalıyor.” Orhan Veli ’nin dokunduğu gerçeği ne zaman göreceğiz, bilmem ki…
“Bir milletin bütün zekâsı, bilgisi, hassasiyeti dilinde toplanır. Dil onun varlığıdır, müdafaasıdır, başka millet üzerindeki tesirinin en güçlü silahıdır. Bir millet toprağını kaybedebilir; dilini unutmazsa o toprağa yeniden sahip olabilir. Dilini kaybeden bir millet her şeyini de kaybetmiş, demektir.” diyen Peyami Safâ ne kadar da haklıdır.

Sonuç olarak, özellikle liselerde Türk Dili ve Edebiyatı öğretiminin, üniversiteyle tamamlanacak bir öğretim değil, edebî zevk kazanmış ideal Türk aydınını yetiştirecek bir kültür kurumu olması gereği daima bir hedef olarak önümüzde durmalıdır.

Kadir ERDAL
Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmeni

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir