Tiyatroda Kültürlerarası Eğilimler
Dünya, bir yandan iletişimi kuracak bir diyalog bulmaya çalışırken, öte yandan da yıkımları, açlıkları, sabotajları terrörizmi, etnik savaşları yaşıyor. Birleşmiş
Dünya, bir yandan iletişimi kuracak bir diyalog bulmaya çalışırken, öte yandan da yıkımları, açlıkları, sabotajları terrörizmi, etnik savaşları yaşıyor. Birleşmiş Milletler tarafından kurulan, UNESCO’nun çeşitli alt birimleri dünya insanlarını biraraya getirmeye, dünya çocuklarını daha iyi bir gelecek için korumaya çalışırken, uluslararası toplantılarda önyargılar, eknonomik çıkarlar, etnik çıkışlar bütünleşmeye gölge düşürüyor. Kültürlerarası ilişkiler konusunda düşünmeye başladığımda uzun bir süre bilgisayarımın başında önümdeki boş sayfaya bakakaldım. Dışarda çevre sorunlarıyla, açlıkla, amansız hastalıklarla, bölgesel savaşlarla, doğal afetlerle boğuşan bir dünya varken benim küreselleşmeden ya da kültürlerarası etkileşimden sözetmem bir tersinlemeymiş (bir ironiymiş) gibi geldi. Ancak böyle sorunlu bir dünya içinde kültürlerarası etkileşim konusunda düşünmenin ve bu düşünceleri başkalarına iletmenin bir yeri olduğu kanısı zihnimde giderek önem kazanınca çalışmama başlıyabildim. Belki de dünyanın bu durumu, kültürlerarası iletişim konusunun ivediliği üzerinde bizi zorunlu kılıyor.
Ancak kültürler arası etkileşimi ele alırken birtakım sınırları aşmak, bir mayın tarlası üzerinde yürümeye benziyor. Onun için çok dikkatli hareket edip ayağımızı atacağımız yeri çok iyi saptamamız gerekiyor. Kültürlerarası etkileşim, yani dünyanın kültür, sanat ve bilim alanlarında bir araya gelmesi ve böylece çok renkli ve geniş bir insanlık mozaiğinin oluşması için henüz çok erken olmakla birlikte, bunun gelecekte gerçekleşebileceği olasılığı da yabana atılmamalıdır. Bu hipotezin (varsayımın) önümüzdeki yüz yıl içinde yaşama geçebileceği konusunda bazı belirtilerin görüldüğünü söyliyebiliriz. Herşeyden önce, kültürler arası ilişkilerin giderek artması, uydu kanalıyla medyanın dünyanın en bilinmez köşeleri hakkında bilgi sağlaması, internet ile hiç tanımadığımız kültür varlıklarını keşfetmemiz kültürlerarası etkileşime doğru atılmış ilk adımlardır.
Bu konuya şöyle bir soruyla başlıyabiliriz: “kültürel olan” henüz tam olarak duyumsanmazken “kültürlerarası olanlar” nasıl açıklanabilecektir? Belki çıkış noktası olarak şunu söyliyebiriz: Kültür, bir toplum ya da topluluğun dünyayla ilişki kurarak kendini anlamasını sağlayan bir anlamlar sistemidir . Başka deyişle, insanların kendi deneyimlerinden çıkardığı bir göstergeler sistemidir. Ancak önce, kültür tarihçilerinin kültür üzerine yaptıkları daha kesin tanımlamalar üzerinde durmak gerekiyor. Camilleri, “Kültür, bizi temsil eden, bizim duygularımızı, eylemlerimizi – kısacası ve genel olarak, içinde yaşadığımız çevrenin de etkisiyle, zihinsel yaşamımızın tüm öğelerini ve hatta biyolojik organizmamızı kapsayan özel ‘çekimlerin’ bir tür biçimlenişidir, ” der. Yazar, yine aynı yazısında, sözcük anlamı içinde, kültürel düzenin insanlık sanatı ile yaratılan ‘yapay’ bir şey olduğunu belirtir. Kültür doğal olanı yansılayan, ama onun dışında kalarak insanın kendini anlatmak için yarattığı bir şeydir. Kültür, ‘toplumsal miras’ yoluyla kuşaktan kuşağa taşınır. Kolektif karakteristikleri dolayısıyla, bazı kültürler ilişkilerindeki etkinlikleri ve ekonomik ya da politik güçleri ile tanımlanabilirler. İşte bu noktada, egemen kültür ile egemenlik altındaki ya da etnik merkezli olanla olmayan kültürler arasındaki ikilemi gözardı etmek de olanaksızdır.
Kültürlerarası kavramı, değişik ulusların kültür adamlarının sadece bir araya gelmeleri ve yaptıklarını göstermeleri gibi anlaşılmamalıdır; bu, genellikle uluslararası ya da kozmopolit bir birlikteliktir. Kongreler, festivaller çoğu kez ekonomik nedenlere dayanır. Oysa kültürlerarası kavramı, ancak ekonomi ile politikanın uluslararası olmasıyla gerçekleşebilir. Japon oyuncu Yoşi Oyda, “Dünya çok küçüldü, Japonya hava yoluyla onbir saat sürüyor, kültürler sınırlarını aşıyor. Ben, No tiyatrosu gibi, müzelik yapımlarla değil, dünyanın her yanında anlaşılabilecek güncel yapımlarla uğraşmak istiyorum ” , diye yazar. Richard Schechner’in de belirttiği gibi, kültürlerarası etkileşimin ilk adımı olan kültürler arası eylem ulusal evreden, kültürel evreye geçişle, yani ulusların değil, kültür alanlarının belirginleşmesiyle gerçekleşe-bilecektir .
Kültüriçi olan kültürlerarası ‘na yakından ilintilidir: bu kavram, unutulan, yozlaşan ya da güncelliğini yitiren ulusal geleneklerin, kültürel değişmede sentez yakalama düşüncesiyle araştırılmasını içerir. Bu araştırmaların sonucu elde edilen sentez, kültürel değişim ‘in kapısını aralar.
Kültürel değişim ‘nde, insanlık durumunun evrenselliğini göstermek adına o kültürün sınırlarını aşma düşüncesi yatar; böylece, kendi kültürünü müzelik durumuyla değil de, onun çağa uygun sentezini yapabilmiş olan kültür adamı (yazar, sanatçı, bilim adamı, vb.), kültürlerarası aşamaya çıkmış olur. Böylece, bu aşama, etnolojik özelliklerin araştırılıp bir senteze ulaşılmasıyla gerçekleşir. Bugün tiyatro alanında Peter Brook’un yapmak istediği de budur, o yalnızca kendi ülkesinin değil, çeşitli ülkelerin geleneklerini araştırıp bir evrensel senteze yönelmeye çalışır. Brook, kendi deyimi olan “bağlantılar kültürü” ile ilgilenmektedir. Bu kültür anlayışı ile, o, etnolojik ve bireysel farklılıkların ötesinde, insanlığı birbirine bağlıyacak ve onu derinden etkiliyecek çalışmalarda bulunmaktadır. Ona göre, bu, ancak ırk, kültür ve sınıf farkı gözetmeden yapılabilir . Patrice Pavis, farklı kültürler arasında köprü kurularak temalar, biçimler, ideolojiler, vb. alındığında, sadece bir kültürel nesne sağlandığını ve Brook’un bu uğraşıyla kültüraşırılığı ‘na geçilmiş olduğunu belirtir . Kültüraşırılığı , genellikle, kültürün yitirdiği varsayılan saflığın ve kaynağın masalsı araştırması ile ortaya çıkar. Bunun anlamı, tıpkı Artaud’nun düşlediği gibi, kaynaklara geri dönme ve ilkel dillerin yeniden benimsenmesidir. Örneğin, Brook, 1970 yılında sahnelediği Orghast ‘ta, akla ve duygulara yönelecek evrensel bir sahne dili elde etmek için ikonik, salt bir müzik dili kullanmıştır. Rumen yönetmen Andrei Serban, Medea ile Troyalı Kadınlar ‘ı sahnelerken antik Yunan, Afrika ve Kızılderili kültürlerine uzanmış, İtalyan yönetmen Luca Ronconi, 1972’de, Oresteia ‘da, tiyatroyu “yeniden güçlü bir iletişim aracı ” yapabilmek için “tiyatronun neden doğduğunu anlamaya ” çalışmıştır .
Bu konuda biraz daha ilerleyip kültürsonrası diye bir kavram ortaya atarsak bu, daha çok, herhangi bir kültürel ve sanatsal bir eylemi, daha önceden bilinen ya da ortaya konulan şeylerin yeni bir özeti olarak gören ‘postmodern’ düşünce tarzına uygun olur. Kültürel uygulamalara akrabalığı olan ya da bunların hiyerarşik düzenini bozan herhangi bir yaklaşım, kültürsonrası ‘nın girdabına yakalanır. Girdap diyoruz, çünkü bu anlayış, ortaya konulan herşeyin, birbirinden farklı kültür çevrelerinden alınan parçalarla yeniden gündeme getirilmekten öte bir şey olmadığı inancını taşır. Kültürlerarası sanat, aslında, kültürsonrası ve ‘postmodern’dir. Toplum dışı, sınıf çatışması ile ekonomik çıkarların ötesinde, siyasal ve tarihsel ilişkilerin üstünde olması gibi düzenler ve özellikler taşır. Öğelerinin iç işlevlerini ve hiyerarşisini saptıyama-dığımız her biçim kültürsonrası ‘dır; çünkü böyle bir yapıt ya bütünlenmemiş bir konuyu kapsar ya da postmodern eğilim, öğeleri, değişmez ve değiştirilemez bir özelliğe dönüştürmüştür.
Meta-kültürel olan ya da kültürel dönüşüm , kültür verileriyle ilişkili olarak parçacılıktan kurtulup bir senteze ulaşıldığı anda geçerli olur. Kültürel dönüşüm ‘de, bir kültürün öteki üzerinde fikir yürütmesi, onu açıklaması ve savunması yer alır. Bu da dokuların dönüştürülmesi düzeyi içinde eleştirel açıklamaları geliştirerek yoruma dayalı bir dil dönüştürümü ve iletişimi getirir. Lothman ile Uspensky, “Yirminci yüzyıl yalnızca bilimsel dil dönüştürümleri üretmekle kalmadı, yazın ve resim alanındaki dönüştürümleri de getirerek bir meta-kültür, bir kültürel dönüşüm, herşeyi kapsayan ikinci bir meta-linguist sistem yarattı ” , diye yazmışlardır. Örneğin, tiyatroda Robert Wilson gibi bir yönetmen — Maurice Béjart ya da Eugunio Barba da olabilir — oyuncularını ya da dansçılarını kendi geleneklerine yabancı anlatım biçimlerine yöneltmeyi denediğine göre ve bu jest göstergelerini sahne yapımlarına getirdiğine bakılırsa, o da kendini bu meta-kültürel durumun içinde sayıyor demektir. Bazan ‘meta-kültürel’, kendi üzerinde bir açıklamaya girdiği anda, ‘meta-eleştirel’ anlamını da kazanabiliyor. Kültür kavramı için kullanılan bütün bu ön ekler, bu kavramın anlamını değiştir-diği gibi, inter-kültürel , yani kültürlerarası kavramının da sınırlarını çizmiş oluyor. Günümüzde, çeşitli kültürlerin kesiştiği bir dörtyol ağzına gelindiğine göre, kültürlerarası etkileşimin sanat alanında getirdiği yeni denemelerin sınırlarını da kesin bir biçimde çizmek gerekiyor. Patrice Pavis, Tiyatro konusunda altı belirgin gurup veriyor . Kültürlerarası tiyatro: Bu tiyatro anlayışında, birbirinden farklı kültürlerin tiyatro uygulamalarını bilinçli bir yolda karıştırarak melez biçimler elde edilir. Bu melezleştirme işleminde kaynaklardan alınan özgün biçimler genellikle bir sentez içinde ediyip gider. Amerikan seyircisi için geleneksel Bali tiyatrosunun öğelerini uyarlayan Taymor, Emig ve Pinder , Hint ve Japon tiyatro geleneklerinden yararlanan Brook, Mnouchkine ve Barba bu kategori içindedir. Ayrıca, Kuzey Amerika bağlamında The Dragon Trilogy (Ejder Üçlemesi) ile Robert Lepage, The Warrior Ant (Savaşçı Karınca) ile Elisabeth LeCompte, John Jesurun, Winston Tong, Hou Hsiao-Hsien, müzik alanında, David Byrne, Philip Glass, Bob Telson ve Europeras I and II ile John Cage bu kategoriye eklenebilir.
Çokkültürlü tiyatro: Avustralya ve Kanada gibi, çeşitli etnik guruplar arasındaki ekileşime sahip çok uluslu ülkelerde, tiyatro çeşitli dillerde, değişik kültürde olan seyirciye oynanmaktadır . Bu tür bir etkileşim, ancak devletin farklı kültürden ya da ulustan toplulukları tanıyıp ulusallık kimliğinin arkasına saklanmadan onların birbiriyle kaynaşmasını özendiren siyasal sistemlerde mümkün olabilir. Yabancı işçi çalıştıran Fransa ile Almanya’da da çokkültürlü tiyatro girişimleri olmuş, ama bunlar önemli sonuçlar getirmemiştir. Böyle bir tiyatronun gelişmesi için bir mozaiğin varolmasına karşın, bu ülkelerde otoriteler bununla ile pek ilgilenmemişlerdir.
Kültürel kolaj: Bu tür çalışmalarda, tarih dilimleri gözetilmeksizin, çeşitli kültürlerden alınan birtakım kolektif imgelerin bir araya getirilmesi yer alır. Bu birleştirme bazan yarı sürrealist bir görünüm getirir. Bu tür tiyatro için, James Brandon, Suzuki Tadaşi’nin çalışmasını örnek verir: antik bir tapınak üstünde bu görünüşle soyut bir uyum gösteren bir Marlboro reklâmı ya da Troya’da söylenen bir pop şarkısı ile müziği? Suzuki, kültürel parçalardan oluşturduğu çalışmalarında postmodern bir işleme girişmiştir . Bu kültürel kolajlar, hernekadar estetik yönden çok etkili ve güzel yapımların ortaya çıkmasını sağlamışlarsa da, borçlandıkları kültürleri anlamıya çalışmamışlardır. Kaynak kültürlerin etnolojik işlevlerini dikkate almadan yalnız biçimleri ve teknikleri ile ilgilenmişlerdir. Kültürel kolajla uğraşan Lavelli ya da Suzuki gibi yönetmenlerin herhangi bir hümanist yaklaşımları yoktur. Yukardaki üçü dışında, aynı olgu içinde, ama oldukça özel bir bakış açısı içinde hareket eden üç guruptan daha sözedilebir. Sinkretik tiyatro: birbirine karşıt ilkelerin, düşüncelerin, hareketlerin, inanç-ların uyumlu bir biçimde kaynaştırılmasını içeren syncretism sözcüğünden, Chris Balme tarafından 1995’te türetilmiştir. Derek Walcott’un ya da Wole Soyinka’nın çalışmalarında olduğu gibi, çıkış noktası, çeşitli kültürel gereçlerin, uyumlu bir biçimde kaynaştırılarak yeni biçimlere varılmasını hedefliyen bir tiyatro anlayışıdır.
Postkoloniel tiyatro: ‘sömürgecilik sonrası’ tiyatro çalışmalarında, bir yerin sömürgeleşmeden önceki ya da sömürge oluşu sırasındaki özgün kaynaklar ele alınarak dil, dramaturgi ve gösteri karışımları ile ona yeni bir perspektiv kazandırma işlemi izlenir. “Dördüncü Dünya Tiyatrosu”: sömürgeleşmeden önceki kaynak kültürlerin yazarlarını ve yönetmenleri bu gurup içindedirler. Bunlar, Yeni Zelanda’daki Maori ‘ler, Avustralya’daki Aborijinler ya da Kanada ve Amerika’daki kızılderililer gibi emperyalist kültürlere oranla azınlık kültürlerinin sanatçılarıdırlar.
Bir ülkede çeşitli etnik gurupların olması, o ülkede mutlaka çokkültürlü bir gelişim olduğunu göstermez. Gelenekler ve karakteristikler, etnik gurupların emilerek (asimilasyonu ile) yumuşatılmasına ve çoğunluğa uymalarına yol açabilir. Bazı etnik guruplar da getto mantığı içinde kendi içlerine kapanabilirler. Daha iyi, hoşgörülü, barış içinde bir dünya için globalleşmede ne asimilasyon, ne de getto tutukluluğu çare değildir. Avrupa Birliği’ne yöneliş, Latin Amerika ve Afrika ülkelerinin ortak pazara doğru gidişleri, ülkemizin başını çektiği Karadeniz ortak pazarı kültür alışverişini getirecekse de bu daha çok kültürün mala dönüşerek transferini gerçekleştirecektir. Çünkü henüz ulusallık evresinde olan ve kültürlerarası aşamaya ulaşmamış bu ülkeler, ekonomileri açısından turistik kültürü yeğliyeceklerdir. Hatta bazan kültürel etkileşime iyi gözle bakılmayacaktır. Bu yazımdan da anlaşılacağı üzere, ben, bir kültürün bir başkası üzerindeki baskısına ve kültürün egzotik ya da yeni bir moda olduğu için alınmasına karşıyım. Aynı şekilde, her şeyin geçmiş saplantısı ve kalıplarını benimsiyen müze kültürünün de gereksizliğine inanıyorum. Kültürel ilişkide tek yanlı etki de bütünleşmenin en büyük engelidir. Kültürel ilişki yerine, kültürel etkileşim ve alışveriş olmalıdır. Ancak bu da yeterli değildir. Kürüselleşmeye doğru adımını atmış olan insanların kendi kültürlerini çağa uygun bir biçimde geliştirip geleneksel kaynaklardan aldıklarını çağdaş sentezlerle geliştirmeleri zorunludur.
Kültürlerarası özümsemenin ve alışverişin geleceği, bireyler ve toplumlar arasındaki yakınlaşmada ve birlikteliktedir; ortak düşüncelerle birbirini anlayıştadır. Bu ortaklaşmada elbette birçok kültürel farklar ortaya çıkacaktır. Ama işte bu farklar kültürlerarası sentezleri ortaya çıkartacaktır. Böylece, kültür adamlarının (sanatçıların ve bilim adamlarının) yenilenmeleri, zenginleşmeleri ve çok renkli bir dünya mozağini ortaya çıkarmaları mümkün olabilecektir. Kendi geleneksel kaynaklarımız çıkış noktasıysa, diğer kültürlerle olan alışverişimiz de geleceğimizdir.
Prof. Dr. Özdemir Nutku