Türkçe Can Çekişiyor

Özcan Ünlü “Dil”ini haysiyeti bilmeyen milletlerin gönüllü sömürgeler olduğu günümüzde, olanca hızıyla daralarak bizi kuşatan yabancı lisan çemberi, Türkiye’yi de

Özcan Ünlü

“Dil”ini haysiyeti bilmeyen milletlerin gönüllü sömürgeler olduğu günümüzde, olanca hızıyla daralarak bizi kuşatan yabancı lisan çemberi, Türkiye’yi de bahsi geçen ülkeler kategorisine sokacak gibi. Kullandığı dili; vatan, millet, namus ve haysiyet olarak bilmeyen bir kuşağın yetişiyor olması, “ses bayrağımız”ın büyük ve gürültülü bir şekilde uçurumun kenarına gelmesi, bizi rahatsız etmiyor bile…
1277’de, yani bundan tam 716 yıl önce “Hiç kimse bugünden sonra Dîvan’da ve Dergâh’ta (hükûmette) ve Bargâh’ta (sarayda) ve mecliste, meydanda Türkçe’den başka dil kullanılmasın” diyerek çok önemli bir devir açan Karamanoğlu Mehmet Beğ, niçin bu şekilde bir emir vermiştir halkına? 50 binden fazla insanın ölümüyle neticelenen “dil kavgası”nda, Selçuklu veziri Sahip Fahreddin ile Moğollar’ın, Mehmed Beğ’i ortadan kaldırmalarının sebebi nedir? Ve sonrasında, Arapça ve Farsça’nın Türk topluluklarında yaygınlaştırılmasının neticesi ne olmuştur?.. Peki bundan çok daha önce Kaşgarlı Mahmud’un “Dîvanü-Lügati’t-Türk’ü, Yusuf Has Hacib’in “Kutadgu Bilig”i yazmasının sebepleri nelerdi acaba?..
Bir Misal Bir İbret
Çin düşünürü Kun’a sormuşlar: “Bir ülkeyi yönetmeye çağrılsaydınız, ilk işiniz ne olurdu?” Şöyle cevap vermiş, Kun: “Önce dili gözden geçirmekle işe başlardım. Dil kusurlu olursa düşünceler iyi anlatılamaz. Düşünceler iyi anlatılamazsa, yapılması gereken işler doğru yapılamaz. İşler doğru yapılmayınca da; ülkenin töresi ve kültürü bozulur, adalet yanlış yola sapar, halk şaşırır, ne yapacağını bilemez. İşte bunun için hiçbir varlık dil kadar önemli değildir!”
Milletleri ortadan kaldırmak için “dil”e müracaat edildiği tarihî bir gerçek değil midir?
İnsanlık tarihinde “dil”iyle bizim kadar oynayan bir millet daha gösterilemez. Kendi temel problemlerini sağlıklı bir şekilde çözmeye çalışan toplumların dillerini nasıl muhafaza ettiklerini araştırdığımızda, karşımıza, bu milletlerin dünya literatüründe çok önemli yerler işgal ettikleri çıkar.
Bu açıdan baktığımızda, Türkçe’nin istikbali ümit verici gibi görülmüyor. 70 yıldır denenen, değiştirilen ve dönüştürülen Türkçe kelimelerin yazı ve konuşma dilini ne ölçüde etkilediği ortada iken, Harf İnkılâbı hakkında “gerekli miydi, gereksiz miydi” tartışmalarına girmek bile çok yanlış.
Türkçe’yi “bilimsel” olarak geliştirmeyi gaye edinen “Türk Dili Tetkik Cemiyeti”nin (Türk Dil Kurumu-1932), 1940’tan sonra dilimizi nasıl kısırlaştırdığı da bilinen bir gerçek. Dilin ahengini, şivesini ve hatta mantığını bozan bu temayül, CHP’nin Hükûmet Programına bile şu kelimelerle yansımıştı (1935): Aktı (ücret), arsıulusal (beynelmilel), bağımsız (müstakil), baysallık (huzur ve sükûn), evin (cevher), girişit (teşebbüsat), içtem (samimî), kınav (faaliyet), nomal (tabii), salnak (matrah), savga (müdafaa), sevgenlik (şefkat), şarlık (belediye), üsnomal (fevkalâde), yasav (inzibat), yüret (icra)…
O zamanlar, “Öztürkçe”cilik ismi altında bazı gizli maksatlara hizmet eden bazı aydınlar, halkı ideolojik olarak da kamplara böldü. Türkçecilik, Öztürkçecilik, gericilik ve ilericilik olarak tarifini buldu.
Uydurca/Yeni Bir Dil
Rahmetli Cemil Meriç, bu yeni dil anlayışına (!) “uydurca” ismini vermişti haklı olarak…
Prof. Dr. Mehmet Kaplan’ın, “Maziyi ve hâlihazırı tamamıyla inkâr ederek ve yıkarak yerine yalnız kendi düşüncelerine uygun bir cemiyet kurmak. Dünden kalan ve bugün yazılan kitaplarda gençleri maziye, dine götüren fikirler vardır. Gençlerin onları okumaması ve anlamaması lâzımdır” diyerek, uydurmacılığa şiddetle karşı çıkması mânâlı değil midir? Araştırmacıların, gençlerin eski kaynaklara yönelmesini önlemek düşüncesiyle icat edilen bu yeni “dil”, sadece Türkiye için değil, Türkiye dışında bulunan iki yüz milyon Türk’ü de birbirine yabancılaştırmak için atılmış bir yem olarak yerleşti hayatımıza.
1960’lı yıllarda bile hızından bir şey kaybetmeyen uydurukça, 1980’e, yani “serbest piyasa ekonomisi” ile globalleşen dünyada yerimizi almaya başladığımız döneme kadar devam etti. 1980’den sonra liberal ekonominin dayattığı ve gümrük sınırlarını en aza indiren hücumla birlikte sınırlarımızdan içeri giren; yani, hazır ve “adlandırılmış” ürünler, dilimizi hallaç pamuğu gibi atmaya başladı. Bir yandan uydurukça ile baş etmeye çalışan ama edemeyen Türk Dil Kurumu’nun önünde, artık bir de yabancı kelimelerle mücadele etme zorunluluğu vardı. Elbette bunu başaramadı. Özellikle, 1980’den sonra hızla yaygınlaşan “yabancı marka merakı” aydınlardan halk tabakalarına kadar herkesi tesiri altına aldı. Başbakanlar, bakanlar, gazete yazarları, televizyon spikerleri, şairler, esnaflar, tüccarlar vs… Toplumun bütün kesimleri “popülist”, “rasyonal”, “radikal”, “fundamentalizm”, “entegre”, “change”, “talk show”, “sübvansiyon”, “global”, “kreatif”, “transformasyon” gibi kelimelerle anlatmaya başladı en küçük dilek ve isteklerini. Bununla da kalmayıp televizyon dili, müzik dili diye yeni sınıflar da ortaya çıkmaya başladı. Şarkı sözlerinde “Kıl oldum abi”, “O şimdi artist”, “Maganda”, “Aboneyim abone” gibi tamlamalar; herhangi bir sokakta jimnastik mağazasına “System Gym Hall”, çorap mağazasına “Juliano”, lokantaya “Divan Pub Cafe” gibi isimler konulmaya başlandı. Özel kolejlerden mezun olan spikerler, İngilizce düşünüp İngilizce konuştukları için tartışmalara sebep oldular, oluyorlar…
Bunun yanısıra “Binaenaleyh buna gereksinim duyuyoruz” diyen bir Cumhurbaşkanı, “Bu tabloyu geri iade etmeye karar verdik” veya “Bu yarışmanın koşulnamesini değiştireceğiz” diyen bir Kültür Bakanı, “Yaş ilerledikçe kalp krizi şansı artar” diyen gazete başlıkları, Azerbaycan’a Azerbeycan, adale’ye adele, antrenman’a antereman diyen bakanlar, sanat yönetmenine “art direktör”, “ofis idarecisine “ofis manager”, sohbete “talk show” diyen entellektüellerin arttığı günümüzde Türkçe gerçekten acınacak bir vaziyette.
Uzman Görüşleri
Türkçe’nin bugünkü durumuyla ilgili olarak görüşlerine başvurduğumuz değerli isimlerin üzerinde birleştiği çok önemli birkaç nokta var: Birincisi gençlerin körü körüne taklitçi bir şekilde yetişmeleri, ikincisi devletin bu konudaki “duyarsızlığı”, üçüncüsü dünyadaki gelişmeleri kendi düşünce plânımızda değerlendirmekten mahrum oluşumuz, dördüncüsü dilimizi haysiyetimiz olarak görmememiz, beşincisi yabancı dille eğitimi gereğinden fazla ciddîye almış olmamız…
Peki Çözüm Nedir?
Dil, yaşanılan iç ve dış hayatı anlatmak içindir. Hayat geliştikçe anlatımın da gelişmesi gerekir. Anlatım gelişmiyorsa, hayatı lâyık olduğu şekilde yaşayamıyor ve ondan zevk alamıyoruz demektir. O hâlde, fert fert herkesin dil konusunda titiz davranması bir vicdan borcu olmalıdır. Halkın kabul ettiği bir kelimeye direnmek kadar, Osmanlıca’dan kalma diye bir kelimeyi dışlamak da yanlıştır. Bırakalım dil kendiliğinden doğru şeklini bulsun. Aydınlarımıza düşen görev, bu şekillenmeye olumlu yön ve hız vermekten ibarettir. Dil şöyle mi olsun, böyle mi olsun tartışmalarını bırakıp, aklı başında herkesin dile karşı “sorumlu” olduğunun şuuruna varılması gerekir. Makul olan, lüzumlu olan, kuşatıcılığı olan ve hatta nasıl olması gerektiği konusunda bile tartışma yapılamayacak olan dil kendi kendine yönünü tayin etsin. Aksi takdirde bu tartışmaların sonu gelmeyecek, Türkçe de her geçen gün başkalaşmasını sürdürecektir.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir